Bu Türk atasözünün benim için çok büyük bir anlamı var. Atasözleri yüzyılların deneyimlerinden süzüle süzüle gelmiş bir bilgi birikiminin ürünüdürler. Bu sözlere verilen değer yansıttıkları manevi anlamları da beraberlerinde getirirler.
Bu sözü günlük hayatta geçerli kılan birçok olayla karşılaşırsınız. Kendi ülkenizde güzel fikirler üretip kimseye yaranamazsınız ama başka bir ülkede sizi başlarının üstüne koyup size hak ettiğiniz değeri verirler.
Mesela Japonya’nın Kaizen kalite anlayışının temelini Amerikalı iki bilim adamı atmıştır. Kendi ülkesinde kalite ile ilgili görüşleri yüzünden sanayicilerin bir tehlike olarak gördükleri Joseph Juran ikinci dünya savaşından sonra yıkılmış olan ve yaralarını sararak tekrar ayakta kalmaya çalışan Japonya’ya davet edilir. Japonlar kendisine büyük saygı göstererek onun görüşleri ile toplam kalite yönetimi sistemi olan Kaizeni oluşturarak tüm dünyaya Japon kalitesini kanıtlayarak ihracat seferberliği başlatırlar.
William Edwards Deming gibi o da gerek ABD’de gerek Japonya’da toplam kalite yönetiminin yaygınlaşmasında çok önemli rol oynadı. 1981 yılında Japon İmparatoru, Hirohito tarafından Order of Sacred Treasure ile ödüllendirildi.
Juran toplam kalite yönetimi alanında çok önemli eserler yayınladı. Juran’ın Kalite Kontrol El Kitabı (Juran’s Quality Control Handbook) adlı çalışması toplam kalite yönetimi alanında klasik ve en önemli eserlerden birisi olarak kabul edilmektedir.
Sonrasında ABD menşeyli arabaların ve elektronik ürünlerin kalitesi Japonya’da Kaizen toplam kalite yönetimi ile üretilen ürünlerle baş edemedi. Japonların ürettikleri ekonomik ve kaliteli arabalar ABD’de yok satarken pazar payını süratle kaybeden ABD’li üreticiler çok büyük finansal krizlerle uğraşmak zorunda kaldılar.
Yıllar önce genç bir mühendis olarak dilini,kültürünü bilmediğim bir ülke olan Japonya’ya davet edildiğimde aynı tecrübeleri bende yaşadım. Danışmanlık yaptığım şirketin yazılımını iki sene içerisinde Japonya’nın ilk üçüne sokmak başarısını Allah bize nasip etti. O tarihlerde 486 işlemci tabanlı ve 4 MB hafızaya sahip bilgisayarlarda üç boyutlu mimari CAD yazılımını bugün iPhone üzerinde kullanılan ara yüzlere benzer tasarımını benim yaptığım grafiksel arayüzlerle çalıştırmak çok kolay bir iş değildi. Japonların kaliteye ve ekip çalışmasına verdiği değerleri, sabırlı ve uyumlu çalışmalarını yerinde müşahede etmek benim için çok önemli bir tecrübeydi. Bir gün uçakta dönerken first class uçtuğumdan dolayı bir devlet protokol ricaline denk geldim. Yanımda oturan şahsın kim olduğunu bilmiyordum ama o sürekli sorular sorarak beni tanımaya çalışıyordu. Japonya’da danışmanlık yaptığımı söyleyince siz benimle dalgamı geçiyorsunuz gibisinden buna inanamadığını ifade eden laflar etmeye başladı. Benim çok genç olmam ve o zaman halen gelişme gösteren, bunalımların altında ezilmiş bir ülke olan Türkiye’den teknolojinin en uç noktasını yaşayan sanayi devriminin doruğundaki bir ülkede üstelik yazılım konusunda danışmanlık yapmam ona çok tuhaf gelmişti. Bu kişinin sonra görevini öğrendiğimde içimde nasıl duyguların kabardığını size bu sınırlı sayfalarda anlatmam mümkün değildir. Yolculuk sırasında sürekli aşağılamaya çalıştığı o genç mühendisi bırakın kabullenmeyi yüreğindeki vatan sevgisini dahi yok etmeyi amaçlar tarzdaki yaklaşımını hayatım boyunca unutmayacağım. O genç yaşta ideallerim vardı ve ülkem adına heyecan duyuyordum, gittiğim her yerde Ay Yıldız benimle en yüksek yerde dalgalanıyordu ama bu çok üst düzey bürokrat kendi ülkesine olan inancını çoktan yitirmişti, kendi ülkesinden güzel fikirlerin çıkamayacağı beyninde ve gönlünde yer etmişti.
Danışmanlığını yaptığım Japon çok zengin bir insandı ve birçok yerde fabrikaları vardı. Japonların ancak hak ettiklerine inandıkları kişilere verdikleri üstün hizmet ödülünü bana verirken ehil ve liyakat sahibi bir insan olarak hayatımda hiç kimsenin kullanamadığı yeteneklerimi keşfetmesini, bu yetenekleri kendi şirketi ve ülkesi için kullanmasını , bana aktardığı tecrübelerini hiçbir zaman unutamam. Her fabrikasını ziyaret ettiğimizde tüm üst düzey personeline kapıda Türk bayrağı çekilmiş şekilde beni karşılatması ve bana “Great Osmanli” demeleri beni çok şaşırtıyordu. Hatta bir keresinde muhteşem bir Türkçe ile bana “Üsküdar’a giderken” şarkısını söyleyen Japon’u ben hayretler içerisinde izlerken nasıl bir duygu seline kapıldığımı anlatamam. Meğer Kore’de savaşan Türklerden öğrenmişler. Türk askerleri gösterdikleri üstün başarıdan dolayı Tokyo kentine izin yapmaya gönderildiklerinde Japonlarla muhteşem bir dostluk kurarak bu güzel ve anlamlı şarkıyı öğretmişlerdi ve bu nesilden nesile aktarılmıştı. Evet gerçekten mum dibine ışık vermiyordu genç yaşta bu duyguları kötü bir hatıra ile tatmıştım.
Aradan yıllar geçti ve ülkede birçok şey değişti. Fakat değişmeyen bir şey vardı o da bilgiye değer verilmemesiydi. Bizler bilişim sektöründe gecemizi gündüzümüze katarak dünyanın birçok dev firmalarında olmayan teknolojileri üretiyoruz fakat kendi ülkemizde hak ettiğimiz değeri ne yazık ki bulamıyoruz. Bu çok üzücü fakat acı bir gerçek. Kendi ülkenizde diğer firmalara dürüst duruşunuzla, kalitenizle, teknolojiniz ile kötü örnek olduğunuz için birçok düşman kazanabiliyorsunuz. Bizler en çok başarılı olan insanlardan nefret eden bir toplum haline geldik. Normalin dışına taşan olağanüstü değerler hemen karalanarak aşağıya çekilmeye çalışılıyor. Ne yazık ki bu işlerin neden ve nasıl kotarıldığını herkes bilir ama kimse açıkça konuşmaz, konuşamaz. Sanki korku imparatorluğunda yaşıyormuşuz gibi herkes suskundur, doğruları söylemeye cesareti yoktur veya cesareti kırılmıştır. Beynimizdeki komplekslere dayanan duygular maalesef zaman içerisinde ülkenin gösterdiği inanılmaz değişimle ters orantılı olarak nedense bir türlü tekamül etmiyor.
Belki Başkanlık sistemi bu işi kökünden halledebilir ama buna da Türkiye hazır değil, birçok sanal korkularımız ve çekincelerimiz var.
Halbuki bizler tarihimizde “İnsana İnsan olduğu için değer veren” bir medeniyeti kurmuşuz. Yaşları otuz ve kırk arasında değişen genç yaştaki dört beş Vezir ile koskoca imparatorluğu yönetmişiz. Ehil ve liyakat sahibi alimlere, tüccarlara hürmet duymuşuz, saygı göstermişiz. Başka dinin mensuplarına adil davranıp hoşgörü ile yaklaşmışız. Yeniçeri olarak maiyete alınan ve dülgerlikle işe başlayan bir Mimar Sinan’ı dünyaca ünlü bir mimar yapan yetenek keşfetme ve değerlendirme sistematiğini canlı tutmuşuz.
Koskoca bir imparatorluktan şimdi içinde yaşadığımız Türkiye sınırlarına rücu ederken Osmanlı Enderunu yine yeni devletin kurulmasında önemli görevler almıştır. Şimdilerde ise hoşgörünün yok olmaya yüz tuttuğu ülkeyi yönetmekte zorlanıyoruz. Etle tırnak gibi birbiri ile iç içe girmiş aynı dine mensup ama birbirini düşman gibi gören insanların çözüm süreci ile tekrar birbirine hoşgörü ile yaklaşma ve bir diğerini kabullenme duygularını yeşertmeye çalışıyoruz. Sanki yeni bir şey öğreniyormuşuz gibi….
Kanuni Sultan Süleyman yaptırmış olduğu Süleymaniye camisinin açılışını yapmaya gittiğinde açılışı yapmadan önce yanındaki alimlere, devlet adamlarına açılışı kimin yapmasını uygun gördüklerini danışır. Şimdiki zamanda olsa ” Aman efendim sizin mübarek ellerinizle açılması uygundur, bu sizin yüce şanınıza layıktır” diyenler çoğunlukta olurdu. Bu ehil ve liyakat sahibi insanlar “Yüce Padişahımız bu caminin yapılmasında büyük emeği geçen Mimarbaşının açılışı yapmasını münasip görürüz” diye görüş bildirince Fransızların boşuna Muhteşem Süleyman diye adlandırmadıkları o büyük fakat mütevazi insan Büyük Usta Mimar Sinan’a açılışı yapmasını söyler ve Büyük Usta “Ya Fettah” diyerek anahtarla açılışı yapar.
Evet mum dibine gerçekten ışık vermiyor fakat dibine ışık vermeyen insanlar her şeyden önce çıkarlarını düşünen insanlar olmadıkları için çok uzaklarda hak ettikleri hürmet ve saygıyı görüyorlar. Önemli olan ışık saçan o mumlar erimeden saçtıkları ışığı keşfedebilmek ve aydınlanabilmektir, asıl sır burada gizlidir.