Tüm dünyada yaşanan ahlaki çöküntülerin sonrasında insanlık artık “İnsana İnsan olduğu için değer veren” bir sistemi ve onun getireceği huzuru, mutluluğu, adaleti, hoşgörüyü arıyor. Merkezinde insan olan anlayıştır asıl aradıkları. İnsana zulüm etmekten sakınılan, adaletin gecikmeden yerini bulduğu , hoşgörünün hüküm sürdüğü, dini ve dili ne olursa olsun eşitlik kuralına herkes için aynı derecede riayet edildiği , yöneticilerinin güvenilir insanlar olduğu bir anlayışı arıyor insanlık. Yolsuzlukların olmadığı , rant için her şeyin feda edilmediği, rızkı dağıtmaya insanların soyunmadığı , refah kaynaklarının toplumun her kesimine yansıdığı bir toplumu hayal ediyor insanlar.
Sevginin olmadığı ortamlarda hep önyargılar, kendini diğerinden üstün görme psikolojisi ve ötekileştirme duygusu daha ağır basar. Yunus Emre “Yaradılanı severim, yaradandan ötürü” derken insanın bir sevgi varlığı olduğunu ne güzel yorumlamıştır. Hazreti İnsan en şerefli mahluk olduğunu unuttu, ne için yaratıldığını ona unutturdular. Herkes bu dünyadaki nimetlerin peşinde, saman çöpünün kavgasını yapıyor. İnsan asıl kavgayı nefsine karşı yapması gerekirken birbirini yok etmek için savaş ediyor. İlahi aşkın peşinden koşmayan insan odun gibidir ve odunun gideceği yer ateştir, dünyada zamanımızda ateş yakılıyor. Bu dünyaya bakan insan gerçek saltanatı görmez fakat gece vakti kalkıp gökyüzünü seyreden insan ilahi saltanatı muhakkak bir köşesinden görür.
Nobel ödülü alan ilk müslüman bilim adamı olan Pakistanlı Fizik Alimi Profesör Abdüsselam ödül töreninde Kuran-ı Kerimden ayetler okuyarak bu ilahi saltanatı idrak ettiğini şöyle anlatmıştır:
“İslâm’ın Mukaddes Kitab’ında Allah şöyle buyuruyor: ‘Yedi kat göğü birbiriyle tam uyum içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratmasında hiçbir nizamsızlık göremezsin. Gözünü çevir de bak: Herhangi bir kusur görebilir misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak, gözün bir kusur bulamadığından, eli boş ve bitkin geri döner. (Mülk:3-4)’ Netice olarak bu, bütün fizikçilerin inancıdır; araştırmalarımız derinleştikçe, hayranlık ve heyecanımız artar, gözlerimiz daha fazla kamaşır.” Bu sözleri üzerine ödül töreni için salonda bulunanlar arasında büyük bir alkış kopmuştur.
İstanbul’da 2010 yılında düzenlenen Islamofobia temalı bir foruma konuşmacı olarak İngiltere’den katılan Yazar ve Öğretim Görevlisi Karen Armstrong hanımefendi konuşmasında katılımcılara doğru bakıp, İslam dinini kastederek “ her zaman olduğunuz gibi olun , tarihte her zaman yaptığınız gibi yapın yeter başka bir şeye ihtiyacınız yok” deyince geriye söyleyecek birşey kalmıyordu. Bu tanıma göre İslam inancı olan bir insan zaten dininin gereklerini yerine getiriyorsa ondan korkmanıza gerek yoktur demek istiyordu, mesaj kısa fakat çok anlaşılır can alıcı bir biçimde aktarılmıştı haziruna. Evet bizler hep böyle olduğumuz için bir çekim gücü yaratmış ve hoşgörü, tevazu, adalet, eşitlik gibi temel öğelere inancımız gereği sahip çıkmıştık. Bunu bir politika olarak değil İslam inancının gereği olarak yaptığımız hep göz ardı edildi. Zaman içerisinde üzerine ölü toprağı serpilen bu hasletlerimizin muhteşem bir anlayış olduğunu batılı bir yazardan ve araştırmacıdan duymak çok şaşırtıcıydı. Karen Amstrong şefkatin dinlerin merkezinde altın bir kural olarak durduğunu ve “ Kendinize nasıl davranılmasıni istiyorsanız başkalarına öyle davranın” diyerek herşeyin odağında önce insanın olduğunu vurguluyordu.
Türk insanı yardım etmeyi bir gönül işi ve manevi lezzetleri tadacağı bir ideal olarak görüp işe koyulur. Kurduğumuz vakıf medeniyeti insanlara yüzyıllarca hizmet etmiştir. Merkezinde insana hizmet vardır. Kimsenin dili, dini, ırkı sorulmadan kervansaraylara gelen konaklara pide, bal ve tereyağı ile başlayan hizmet sunulmuştur. Ne yazık ki bu vakıflar medeniyetini kuranların vasiyetleri günümüze aktarılamadı. O muhteşem medeniyetin canlı tutulması için kurdukları vakıflara kayıt altına alınmış gelirler ve mal bırakan insanların vasiyetleri nedendir bilinmez yok edildi veya yok sayıldı.
Tarihe mal olmuş Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşanın vakfiyesi ve vasiyetnamesi hakkında aşağıdaki yazıyı okumanızı tavsiye ederim, ne demek istediğimiz daha net anlaşılacaktır. Bu büyük denizcinin türbesine geceleri kandil yakılması şeklindeki veya cuma günleri zerde ve pilavdan oluşan bir yemeğin dağıtılabilmesi için günümüz hesaplarına göre yüklü bir akar yani gelir bırakarak ettiği vasiyeti neden yerine getirilmez ve bundan kim sorumludur konusu araştırılması gereken ilginç ve muamma dolu ayrı bir konu.
http://tasam.org/tr-TR/Icerik/4256/barbarosun_vasiyetnamesi
Osmanlıda, derdini kimseye anlatamayan fakirler ihtiyacı olduğunda gecenin geç saatlerinde sadaka taşının yanına para almaya gelirlermiş. Parayı aldıktan sonra, kalanını kendisi gibi ihtiyacı olanları düşünme terbiyesi ile bırakır ve sadakayı bırakana kalbinden duasını edip dönermiş. Büyük ve asil ecdadımız, asaleti, fazileti ve hassasiyeti en güzel şekilde çözüme ulaştırmış sadaka taşlarıyla. Aşağıdaki linkten İstanbul’un 25 farklı noktasında olduğu tespit edilen Sadaka Taşları hakkında bilgi edinebilirsiniz. Dedelerimiz bize sağ elin verdiğini sol el görmemeli diye anlatırlardı çünkü işin merkezinde insan vardı, insana değer veren bir anlayış hakimdi.
http://www.istanbulkulturenvanteri.gov.tr/halk-kulturu/detay/envanter_id/186
Avrupa’nın göbeğinde Bosna Hersekte yaşanan Serebrenitsa katliamı sırasında yaşananları anlatan Leyla adlı kitap; Bosnalı bir kadının 2 yıl boyunca toplama kampındaki iç acıtan gerçek hikayesini toplu tecavüze kadar gözler önüne seriyor.Eleştirmenler Leyla’yı yüreği kaldırabilecek olanların okumasını tavsiye ediyorlar. Bir İsveç gazetesi bu kitap hakkında yaptığı yorumda “ Eğer gücümüz olsaydı tüm okullarda İnsanlık dersi olarak koyulmasını önerirdik “ diye çok güzel bir vurgu yapmış.
Avrupa Birliği ile ilgili bir konferansta tanıştığımız o zamanki Türkiye-AB Karma Parlamenterler Komisyonu Eş Başkanı ve Yeşiller Partisi Milletvekili Joost LAGENDIJK ile yaptığımız sohbette kendisinin Brüksel-Varşova-Kiev adlı kitabını okumak istediğimi belirtince kitabını göndereceğine söz vermişti. Gerçektende kitabı söz verdiği gibi kısa bir süre sonra posta yolu ile göndermişti. Tarihçi olan Lagendijk’in kitabını okuduğumda AB –Türkiye ilişkileri hakkında birçok noktada Osmanlı döneminden ve anlayışından bir tarihçinin bakış açısından değerlendirmesi çok da tuhafıma gitmemişti. Kitabında değindiği en önemli konu eğer AB’nin Osmanlı İmparatorluğunun Balkanlarda göstermiş olduğu hoşgörü, adalet, multietnik yapıyı kabullenme ve eşitlik ilkelerine benzeyen bir yapısı olmazsa kendinden olmayan kültürleri içine almakta çok zorlanacağı hakkında idi. Doğrusu bir tarihçi olarak bunu kitabında bir sistem önerisi olarak getirmesi çok ilginç bir yorumdu. Halen AB’nin gittikçe güçlenen bir Türkiye’yi kabullenememesinin cevabı aslında bu kitapta verilmiş oluyordu.
Yıllar içinde bilerek veya bilmeyerek yok ettiğimiz birçok değerler sonunda ortaya X,Y,Z diye tanımlanan bir kuşak çıktı. Kültürel birikimi ve kimliği aktaramadığımız bir nesil ile karşı karşıya kaldık. Geçenlerde ilginç saptamaları ile her zaman ilgimi çeken bir entelektüel olan Yazar Alev Alatlı katıldığı bir TV programında ünlü İngiliz politikacı Churchill’e atfedilen bir deyişi şöyle aktardı, “Gençken liberal değilseniz kalpsiz, yaşınızı aldığınızda muhafazakâr değilsiniz akılsızsınız demektir.” Biz yıllar içerisinde modern hayata geçiş adı altında tüm geleneklerimizi yok etmekle uğraşırken tüm değerlerimizi ve merkezinde insan olan bir medeniyeti yok ettiğimizin ne yazık ki farkında olamadık.
Geldiğimiz çağda insanoğlu asaletini unutup şeytanın maskarası oldu, birbirine tahammül edemez oldu, kendine verilen cevherin kıymetini bilmez oldu…
Bu söylenenler ” İnsana İnsan olduğu için değer veren anlayışı” ucundan köşesinden hatırlatmak içindir, alim olan ve edep sahibi olanlar anlarlar, anlamayanları ise ancak edebe davet edebiliriz…
“Edep Ya Hu”
12/07/2020 at 1:09 pm
Hocam kaleminize sağlık, tebrikler 🎊